• Bu yazı öncekilerin aksine rasyonel açılımlar, teknik açıklamalar, çözüm önerileri ve çıkarımlar içermeyecek. Bu yazıyı tamamen artık insana gına getiren mimarlık sektörüne safi serzenişimi yazıya dökme isteğinden ötürü yazacağım. İsim vermeyeceğim ve olayları muğlak tutmaya çalışacağım. Üzerine alınan “yüce mimarlar” ya da “yüce tasarım şirketleri” olursa da alınabilir. Pek umurumda değilsiniz.

    Mimarlık Sektörü Apolitiklik Kalkanı Arkasında Yaşıyor

    Mimarlık, icra edilmeye başladığı zamandan itibaren -ki bunu kabaca neolitik çağa götürebiliriz- her zaman ama her zaman insanoğlunun sahip olduğu güç ilişkilerine göbekten bağlı bir olguydu. Bu olgu bugün de değişmemesine rağmen özellikle kapitalist piyasanın eline düşmüş mimarlar ve mimarlık ofisleri bilinçli bir şekilde bu bariz güç ilişkisini reddederek saf bir sanat ve hayat tasarımı felsefesini halka satmaya çalışıyor. Üniversitelerde de gerçekten uzak bir mimarlık tarihi anlatısı süregeliyor.

    Bu apolitiklik durumu bilinçlidir ve sermayedar ile piyonu hâline gelmiş mimar arasında mutual bir ilişkiye dayanır. Sermayedar, toplumların tarihleriyle, kimlikleriyle, kültürleriyle ilgilenmez, onları alınıp satılabilir bir meta hâline getirmek ister. Piyon mimar bu iş için biçilmiş kaftandır. Mimar bu ilişkiler ağını bildiğinden ötürü bunları nasıl gizleyeceğini ve metalaştırabileceğini bilir ve kendisine para kazandıracak olan efendisinin isteklerini bir bir yerine getirir.

    Piyon mimarımız kendisine gelecek eleştirilere de hazırdır. “Ben yapmasam/tasarlamasam bir başkası zaten yapacaktı.”, “Benim de bir şekilde evimi geçindirmem, ekmek parası götürmem gerek.”

    Birincisi tamamen bahane, ikincisi de müstakbel “starchitect” namıdiğer “meslek büyüğü” mimarlarımız geçerli olmayan, proleter mimarları ilgilendiren bir durumdur.

    İşte tam bu noktada efendisinin sözünün dışına çıkamayacak proleterleri konu dışına alarak odağımı nüfuzlu ve zengin piyonlara çevireceğim.

    Mimarın ve Mimarlığın Etkisi

    Malumunuz dünya üzerinde -ya da daha havalı şekilde 3 boyutlu uzayda- sahip olduğumuz alanımız kısıtlı ve her bir parçası birbirinden farklı niteliklere sahip. Durum bu olunca bir mimarın ele alacağı bağlam üzerinde yapacağı tasarımda aldığı kararlar kadar almadığı kararlar da etkilidir.

    Mimar konduracağı yapısının yalnızca kendinden menkul olacağı yanılgısına düşerse o yapıyı kondurduktan sonra tasarımı “dünyayı iyileştirmek” yerine dünyayı zehirleyen bir yığına dönüşür. İşte tam bu noktada mimarın kendisine verilen bağlamı da sorgulaması gerekmektedir. Mimar, mesela bilinçli bir şekilde yakılmış bir orman üzerine bir otel tasarımı yapacaksa ve eğer bu dünya görüşüne uymuyorsa bu noktada mimarın duruşunu ortaya koyarak bağlamı reddetmesi, hatta bu konuda kamuoyunu bilinçlendirmesi meslek etiğinin bir parçası olmalıdır. Benzer bir örnek olarak sonradan imara açılan bir bağlama AVM tasarımı yapmanın bölgeye yarardan çok zarar getireceği ve sermaye sahiplerini güçlendirirken yerel komüniteyi zayıflatacağı belliyse mimar tasarım yapma görevini reddetme erdemini gösterebilmeli. Verilen bağlamın ve istenen tasarımın sosyo-politik ve siyasi arkaplanı ve sonuçları irdelenmeden yapılan mimarlık, kapitalizme hizmet etmek dışında bütün nosyonlarını kaybeder.

    Peki Bir Mimar Benim Dediklerimi Yapmak Zorunda Mı?

    Elbette kendi dünya görüşüme göre değer yargılarım üzerinden ele aldığım bu konularda mimarlar benim gibi düşünmek ya da hareket etmek zorunda değil. Peki ben neden bunları yazıya döküyorum biraz ona değineyim.

    Piyon mimar, kapitalist efendisi ile sermayedarın ve kendisinin karnını doyururken bir yandan kentin gerçek sahiplerini ve yerel komüniteleri öldürürken bir de “çok önemli” toplantılara, etkinliklere katılır, mimarlığın geldiği durumu eleştirir ve halka mimarlığın nasıl olması gerektiğini anlatır. İşte benim kanıma dokunan nokta tam olarak budur. Apolitik mimarımız işine bakıp parasını kazanırken -muhtemelen altında çalıştırdığı stajyerlere de parasını vermez, ücretsiz ek mesai yaptırır- bir yandan da bize erdem pazarlamaktan geri durmaz. Kendi yaptığı tasarımın ne kadar iyi ve mantıklı olduğunu anlatırken orayı gerçekten deneyimleyen insanların görüşlerini duymayız.

    Piyon mimarlarımız kendilerine yaşamadıkları hatta belki hiç görmedikleri yerlerle ilgili dev tasarımlar yapması teklif edildiğinde asla çekinmez, eleştirirseniz içindeki üstenci ve indirgemeci canavarı serbest bırakarak “Bakın ben 1000 sayfa veri topladım bağlamla ilgili” der. O tasarımların sonucunda ortaya çıkan garabetler ise yalnızca oranın halkına zarar verir. Nasıl olsa orada yaşayacak olan piyon mimarımız değildir. O İstanbuldaki klimalı ofisinde tatlı tatlı çizmeye devam edecektir.

    Piyon mimarımız kendi tasarımını gerçekleştirebilmek uğruna güç sahiplerinin kentsel hafızayı ortadan kaldırmasını, soylulaştırma yapmasını sorun etmez. Çünkü etkilenen bizzat kendisi değildir. O tasarımcıdır. Onun için gündelik hayatın dertleri, politika ve siyasi emeller gibi dünyevi şeyler yoktur. O mimarlık yapar. Bu tarz şeyleri sorgulamak onun işi değildir ne de olsa. Karar önceden verilmiştir bir kere. Onun da bir şekilde para kazanması gerekir. Bu doğrultuda inandığı ya da inanmadığı her türlü değere ihanet edebilir.

    Mimar kendisini bir araç hâline getirmiştir artık. Hatta spesifik olarak kalem olmuştur. Sermayedar bu kalemi tutar, mimar ise sadece paranın istediklerini çizmekle mükelleftir. Kendi iradesi artık ortadan kalkmıştır. Paranın kaynağı neresiyse oraya hizmet etmek zorunda kalır. Anlaşılan o ki bir noktadan sonra da bu durumu kabullenir ve normalleştirir. Belki de hayatta kalmak için gösterilen bir adaptasyondur bu.

    Peki Biz Ne Yapalım?

    Yazının başında bir çözüm önerisi getirmeyeceğim dedim fakat tutamadım kendimi. Bu kadar kendi sektörüme ve aktörlerine “salladıktan” sonra “mic drop” yapmak ukalalık olurdu. Aslında bunun çözümünün çok zor olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu teoride bakıldığı zaman zor görünmüyor fakat pratiğe dökmeye gelince herkesin tökezlediği o mutlak çözümü söyleyeceğim. Mimarı içinde bulunduğu cendereden çıkarak yegane şey örgütlenmektir. Mimar eğer piyasanın kalemi olmak istemiyorsa birleşmeli ve gücünü artırmalıdır. Mesleki örgütlerin bugünkü hallerine bakınca ne kadar içler acısı durumda olduklarını görmeyen kalmamıştır sanırım. Bunun sebeplerinden birisi de bu örgütlere mensup kişilerin bilinçli ya da bilinçsiz şekilde apolitikleşmesi yatıyor. Mimar, önce meslektaşıyla sonrasında da kamuoyu ile güçlerini birleştirmeli ve hakkını aramakla mükelleftir. Neredeyse hepsinin halka büyük oranda erişimi olmasına rağmen her türlü politik açıklamadan kaçan “starchitect”lerimizi el üstünde tutmayı bırakmak güzel bir başlangıç olabilir.

    Son olarak “Ben işimi yaparım”cı mimar arkadaşların tasarımlarını önümüzdeki yıllarda rant uğruna yıkılan Antalya Müzesi’nde görecek olmak beni fazlasıyla sinirlendiriyor. Hatta bütün yazının çıkışına Haliç için Foster + Partners tarafından yapılan AVM tasarımının ortaya çıkması ve Antalya Müzesi mevzusu sebep oldu diyebilirim. Buraya kadar sabırla okuyan olduysa ayrıyeten teşekkür ederim.

  • Bu yazı Kahramanmaraş’ta çoğunlukla Dulkadiroğlu ilçesi ve ardından şehrin geri kalanı boyunca yaptığım 2 günlük saha gezisinden çıkardığım gözlemlerimi ve çıkarımlarımı içerecektir.

    Depremin ardından 2. yılını geçiren Kahramanmaraş

    Kahramanmaraş’a üst ölçekten bakıldığında şehrin çeperindeki ilçeler dışında, şehrin merkezini tam ortadan ayıran iki ilçeyi rahatça görebiliyoruz. Bunlar refah ve nüfus bakımından daha gelişmiş olan Onikişubat ilçesi ile bu nitelikler bakımından daha az gelişmiş ve depremden en çok etkilenen yerleri içeren Dulkadiroğlu ilçeleri. Sanayi bölgeleri ve üniversiteler de şehrin çeperinde konumlanmış.

    Belediye tarafından aldığımız bilgiye göre depremde zarar gören yapıların çoğu Dulkadiroğlu’ndaydı. Depremlerin ardından nüfusunda azalma yaşayan Kahramanmaraş, turizm ve kültürel miras konularında da önemli ölçüde zarar görmüş durumda.

    Depremde yaşanan zararın sebeplerini uzun uzadıya bu yazıda anlatmayı düşünmüyorum. -Daha önce yazmış olduğum “6 Şubat Depremlerinin 2. Yılında Türkiye’de İnşaat Sektörü” adlı yazıma bakabilirsiniz- Kısaca özetlemem gerekirse: zemin farklılıkları, yanlış tasarım/tasarımın hiç olmaması ve kötü işçilik başlıklarını sayabilirim.

    Kentin morfolojisi

    Kahramanmaraş Kalesi’ni referans noktası olarak aldığımızda kentin kuzeybatı tarafında yüksek katlı ve geniş yollar içeren ışınsal tarzda bir yapılaşma gözlemlerken kalenin doğusunda ve güneyinde kalan bölgelerde bir kısmı organik olarak, kalan kısımları da bir çeşit ızgara sistemi ile oluşmuş, az katlı ve çoğu sıvasız konut yığınları ile karşılaşmak mümkün. Kalenin yakın çevresi ve kalenin kendisi de tam bir karmaşa içinde.

    Kahramanmaraş Kalesi’nden çevreye bakış. 2025. (Fotoğraf: Tolga Almalı)

    Depremde gördüğü zarardan ötürü Kahramanmaraş Kalesi, şehirdeki belki de en önemli odak noktalarından biri olmasına rağmen kentliler tarafından 2 yıldır kullanılamıyor.

    Kalenin çevresine şöyle bir göz gezdirdiğinizde eski çatlak yapıların içlerinde çalışan bakır ustalarının yanında şehre yeni inşa edilen tamamen kimliksiz, yeni dev konutlar ve tepeleri işgal etmiş gecekondu tipi yapılaşmanın birbirinden kopuk ve kaotik şekilde bir arada bulunmaya çalıştığını görüyoruz.

    Yine üst ölçekten bakıldığında ana ulaşım arterleri görevi üstlenen birtakım bulvarlar olmakla beraber bu bulvarlar yayalara yönelik değil daha çok arabalara yönelik çalıştığı için kent içinde yaya olarak bu yollarda dolaşmanın niteliğinin yüksek olmadığını söylemek mümkün. Belediye tarafından aldığımız bilgiye göre bu bulvarlar akarsuların kapatılması yoluyla oluşturulmuş ve bazılarının tekrardan açılarak akarsuların tekrardan kente kazandırılması planlanmakta.

    Yazları oldukça sıcak günler geçiren ve güneşin yoğun etkisine maruz kalmasına rağmen şehirde yeşil alanların yoğunluğu oldukça yetersiz. Bu yeşil alanların dağılımındaki kopukluk şehrin planlamadan yoksun olduğu konusunda fikir veriyor.

    Onikişubat ilçesinde bulunan, kent sakinlerinin yoğun olarak kullandığı EXPO alanının kentte en çok ihtiyaç duyulan rekreasyon ihtiyacını karşılayan en büyük alan olmasına karşın konumu sebebiyle birtakım sorunlara sahip olduğunu söylemek gerekiyor. EXPO alanının şehrin merkezine yaklaşık 19 kilometre uzakta olması ve alana doğrudan bir toplu ulaşımın bulunmaması kentin yalnızca belirli bir kısmının bu rekreasyon alanını kullanabildiğini gösteriyor. Hemen bitişiğinde geniş bir su havzası bulunmasına rağmen bu su havzasıyla bir ilişki kurmaksızın devasa bir yapay lagün içeriyor olması EXPO alanının sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri uyandırıyor.

    Dulkadiroğlu ilçesine baktığımızda ilçenin düzensiz yapılaşma, yeni inşaatlar ve sanayi bölgelerinin arasında boğulduğunu söylemek mümkün. İlçede bulunan en büyük yeşil alanın mezarlık olması ilçede çok ciddi bir rekreasyon açığı olduğunu açık şekilde gösteriyor.

    Kısaca özetlemek gerekirse:

    Kahramanmaraş’ın genelinde kentsel odak noktalarının yoksunluğu, konut yerleşimlerinin düzensizliği, yeşil hatlar ve rekreasyon bölgelerinin eksikliği Kahramanmaraş’ı hem içindeki sakinleri hem de çevre illerdeki sakinler için tercih edilebilir ve kaliteli şekilde yaşanılabilir bir şehir olmaktan uzaklaştırıyor, bununla beraber şehrin nüfusunun artmasını ve ekonomik olarak büyümesini de engelliyor.

    Mezarlık alanının hemen yanında bulunan zeytinlik alanı ile bu alanın bitişiğindeki düzensiz yapılaşmanın altında “Germanicia” adındaki bir roma şehrinin kalıntılarının bulunması, devasa denebilecek bir kent alanı için önemli bir sorun ve potansiyel ortaya çıkarmış.

    Bu antik kentin arkeolojik kazıların ardından tamamen ortaya çıkarılması, kent için turistik niteliği çok yüksek yeni bir odak noktası oluşturacağından Kahramanmaraş’ı yeniden kalkındırma konusunda pozitif bir etkiye sahip olacaktır. Fakat bu kazıların yapılabilmesi için yerinden edilmesi gereken insanların kentte kendilerine nasıl yer bulacakları ve yerlerinden nasıl edilecekleri ise ciddi bir kentsel sorun yaratmakta.

    Peki bu kentle ilgili neler yapılabilir? Hemen birkaçına değinmek istiyorum.

    Kentin Tedavisi

    Kentte bulunan üniversiteler kenti öğrenci açısından beslerken bu öğrencilerin ve kentin geri kalan sakinlerinin içinde gezecekleri, oturacakları, zaman geçirecekleri yeni ve düzgünce tasarlanmış kent odakları ve bulvarlara ihtiyaç olduğu bir gerçek. Bu açıdan kentin yeni yapılacak yerlerinde (veya dönüştürülecek hâlihazırdaki yerlerde) Ankara’daki Atatürk Bulvarı gibi nitelikli bulvarlar, Tunalı, Bahçelievler, Ayrancı gibi hem konut hem rekreasyon niteliği yüksek odak noktalarının tasarlanması ve inşa edilmesinin kente oldukça pozitif etkisi olacaktır. Bu yeni alanların özellikle Dulkadiroğlu bölgesine yakın veya içinde yapılması bölgenin ekonomik ve demografik iyileşmesine yardımcı olacaktır.

    Kentte yaşayan insanlara düzenli sağlık kontrolleri yapılması çok büyük bir öneme sahip. Bu kontroller hâlihazırda yapılıyor mu bilmiyorum fakat eğer özellikle cilt ve solunum yolu kontrolleri yapılmıyorsa bunların hemen başlaması gerekiyor. Uzun süre boyunca yoğun inşaat ve yıkım çalışmalarının yanında yaşamak insan sağlığına belki hemen kendini göstermese de oldukça olumsuz etki etmekte.

    Germanicia antik kentinin üzerinde bulunan düzensiz ve niteliksiz yapılaşma etaplı şekilde ortadan kaldırılmalı. Ortaya çıkacak antik kent hem şehri turizm açısından besleyecek hem de kentin sakinleri için yeni bir kültürel odak noktası ortaya çıkaracağından bu kazı çalışmaları ve üstünde bulunan yapılaşmanın nasıl kaldırılacağı konusunda çalışmalar yapmak ve bu çalışmalara fon bulmak bu noktada çok önemli gözüküyor.

    Şehrin etrafında bulunan su havzaları ve yeşil alanlarla olan ilişkisi sorgulanmalı ve bu alanları şehre kazandıracak çözümler üretilmeli. Bu açıdan altından akarsu geçen yolların bazılarının yeniden açılacak olmasının pozitif bir etkisi olabileceğini düşünmekle beraber planlama konusunda üzerinde iyi durulmadığı takdirde şehrin hazırda bulunan kaotik durumunu daha da yaşanılmaz kılabilme potansiyeli bulunduğunu belirtmek istiyorum.

    Şehrin güneydoğu ve güneybatı bölgelerini kapsayan niteliksiz yapılaşma ortadan kaldırılarak orada yaşayan insanların hayat standartlarını yükseltecek yeni yerleşimler üretilmesi yine çok büyük önem arz eden konulardan biri. Refah yoksunluğunun getirdiği niteliksiz yapılaşma, burada yaşayan insanları şehrin geri kalanından kendilerini soyutlamalarına, dolayısıyla kentin içinde dramatik sınıfsal ve kimliksel farklar oluşmasına sebep olmuş. Burada yaşayan insanların en az mağdur olacağı senaryo içerisinde bu alanların yeniden nitelikli dönüşümü kentin gündeminde her daim olmalı.

    Şehirde şu an yıkılmış durumda olan çok fazla tescilli kültürel mirası bulunmakta. Yıkılmamış fakat ağır hasarlı olan kültürel miraslardan başlayarak bütün tescilli yapılar yeniden kente kazandırılmalı. Mimari kimliğini yitirmiş Kahramanmaraş’ın kentsel hafızasını ve mimari kimliğini içeren bu yapıları bir araya getirecek çeşitli yeni kültür aksları oluşturularak kentin niteliği artırılmalıdır.

    Deprem sonrası acil konut ihtiyacını gidermek için kente inşa edilen yapıların kente ve bölgeye dair hiçbir ilişkisi olmaması, yeni yapıların kentte çeşitli ölçülerde soylulaştırmalara sebep olacağı ve kentteki ayrışmaları derinleştireceğini gözlemlemek mümkün. İnşası başlamamış fakat yapılması planlanmış bölgelerde mimari tasarımları tekrardan gözden geçirmek ve gerekirse planları tekrardan değiştirmek kısa zamanda maliyetli ve zahmetli olsa bile kentin geleceği söz konusu olduğundan yapılması gerekenlerin başında geliyor.

    Bütün bunları yaparken bölgedeki mimarları, şehir planlamacıları, mühendisleri ve vatandaşları tasarım ve uygulama süreçlerine dahil etmek çok önemli. Yerel komüniteleri güçlendirecek kararlar ve yardımlar merkezi karar alıcılar tarafından ivedilikle uygulanmalı.

  • On binlerce vatandaşın hayatını kaybettiği 6 Şubat depremlerinin ardından 2 yıl geçmesine rağmen Türkiye’nin inşaat sektörü hususunda hiçbir ders almadığını gözlemlemek mümkün.

    Kağıt Üzerinde Mükemmel Ülkenin Pratikteki Günahları

    Her depremin ardından televizyona çıkan yetkililere sorulan birbirinin aynısı sorular ve cevaplar silsilesinin arasında hepiniz şu cümleyi mutlaka duymuşsunuzdur. “Mevzuat bakımından Dünya standartlarında bir ülkeyiz ama uygulamada sorunlarımız var.” Gerçekten de işin teknik mimari boyutuna bakıldığı zaman Türkiye’nin 1947, 1953, 1961, 1968, 1975, 1998, 2007 yıllarında kullanmış olduğu 7 deprem mevzuatının ardından 158 sayfadan oluşan 2007 mevzuatına yapılan eklemelerle beraber 2018 yılında 416 sayfaya çıkan mevcut deprem yönetmeliği Dünya standartlarında bir mevzuat olarak ele alınabilir.

    Peki kâğıt üzerinde oldukça başarılı işler yaratabilen Türkiye neden sürekli depreme yeniliyor? Aslında bu sorunun birden fazla cevabı var.

    Türkiye’de İnşaat Sektörüne Bakışın Çarpıklığı

    Sayıları yüz binleri aşan müteahhitlerin sektörde yarattığı çarpık algılardan ötürü bugün Türk toplumunun neredeyse her kesiminin inşaat sektörünü hafife aldığını gözlemlemek mümkün. Günümüzde inşaat sektörü çok farklı ve fazla disiplinin koordineli bir şekilde bir arada çalışmasını gerektiren, teknik hesaplamalara uyulmasının güvenlik açısından zaruri olduğu bir durumdayken Türkiye’de inşaat sektörü herkesin yapabileceği ya da fikir sahibi olabileceğini düşündüğü basit bir işmiş gibi görülüyor.

    Bu bakışı doğuran etmenlerden bir diğeri de aslında Türkiye’deki gecekondu kültürü. Sayıları 1950’lerden itibaren köyden kente nüfusun yoğun şekilde akmasıyla milyonları bulan gecekondular, basit formları ve çok temel taşıyıcı elemanlarla beraber hızlı üretilebilen barınma alanları olma özelliğiyle toplumun geniş kesimlerine “istenildiği zaman rahatça inşaat yapılabildiği” anlayışını doğurdu. Tek katlı basit yapılar için bu anlayış kısmen doğru olsa da bugün şehirlerimizi tamamen saran ve en az 5 kattan oluşan apartmanlarımız için bu anlayış oldukça tehlikeli. Peki neden?

    Karar Alıcılar ve Halk Depremin Yapılarda Neye Yol Açtığını Bilmiyor

    Her depremin ardından televizyona çıkarılan jeologlara ve deprem bilimcilere defalarca kez depremi anlatmaları istenmesine rağmen bu anlatılar içerisinde kritik bir nokta hep atlanır. Depremin nasıl gerçekleştiği kadar gerçekleşen depremin yapılar üzerindeki etkisi de önem arz ediyor. Basitçe açıklamak gerekirse:

    Bir yapı inşa edildiği süre boyunca o yapıya etki eden kuvvetlerin hepsi dikey kuvvetlerden oluşur. (Ağırlık eksenli dikey kuvvetler olarak özetlenebilir.) Yapı farklı bir yönden bir kuvvete maruz kalmadığı sürece sadece kendi ağırlığını dikeyde toprağa aktaran bir geometrik sistem olarak çalışır. Dolayısıyla bir yapı inşa edilirken iskelet sistemi sorunsuzca inşa ediliyor gibi gözükse de sorunsuzluk yalnızca dikey kuvvetlerin varlığında çalışır. Deprem dalgaları yapılara yanal yönde kuvvet olarak etki ettiğinden ötürü yapıda var olan dikey kuvvetlere eklenen yeni yatay kuvvetlerin yarattığı yeni momentum etkisi inşa edilirken problem olarak görülmeyen zayıflıkların deprem anında yapının bütünlüğünü bozan kritik hatalar olduğunu gözlerimizin önüne serer.

    Sözün özü bir binanın depremsiz durumda ayakta durabiliyor olması o yapının deprem anında göstereceği performansa dair ilk bakışta bize fikir veremez. Mimarlar ve inşaat mühendisleri yaptıkları tasarımlarda -mevcut yönetmeliklerin dışına çıkılmadığı müddetçe- deprem anında zayıflık gösterecek düzensiz taşıyıcı elemanların bulunduğu yapılar tasarlamaz.

    Kağıttan Konuta Giden Süreçte Alınan Kararların Depremle İlişkisi

    Mimar ve mühendis ortaklığından çıkan teknik hesaplar ve çizimlerin ardından yapının inşa süreci hatta sonrasında kullanımı boyunca alınan en ufak plansız kararların yaratacağı problemler deprem anında kendisini gösterir. Örnek bir senaryo üzerinden bir yapının orijinal inşaat planına sadık kalmanın önemini anlatmaya çalışacağım.

    Bütün taşıyıcı sistemiyle beraber depreme dayanımı yüksek bir apartman çiziminin mimarlık ofisinden çıktığını ve belediye tarafından da onaylandığını farz edecek olursak:

    İnşaat sürecinin başlamasının ardından inşaatta kullanılan malzeme ve bu malzemeyi işleyen usta ve işçilerin işe verdiği değer (işçilik olarak da ele alınabilir.) inşaat boyunca kritik önem arz eder.

    Mimarın birbirine karşılıklı olarak yerleştirdiği 2 adet taşıyıcı perde duvar arasında eğer bir tanesi diğerinden daha kötü inşa edilirse (Planda ön görülenden farklı bir beton kullanımı, dökülen betonun yeterince vibrasyona uğratılmaması, betonun içinde bulunan demirlerin birbirine hatalı veya eksik bağlanması vb. durumlar) bir duvar diğerinden daha zayıf olacağı için depremsiz durumda yapı ayakta durabilse bile deprem anında bir duvarın diğerinden daha esnek olması yapıda normalde beklenmeyen bir dönme hareketi oluşturacağından ötürü yapının yıkılmasına sebep olabilir.

    Bir başka örnek olarak planda ön görülmemiş tarzda yeni inşaat durumları (mesela kolonların ve/ya taşıyıcı duvarların inşaat planından bağımsız şekilde hesapsız yerleştirilmiş olması) inşaat aşamasında saha mimari tarafından denetlenip gerekirse yeniden inşa ettirilmediği müddetçe yine yukarıda bahsetmiş olduğum durum yaşanacağından ötürü inşa edildikten sonra sapasağlam görünen ve üstelik birkaç yıl içinde yapılmış yeni bir bina olmasına rağmen deprem anında yıkılabileceğini ön görmek mümkün.

    İnşaat sürecinin sorunsuz tamamlanmasının ardından kullanımı sırasında projenin mimarına haber verilmeksizin alınan kararlar da (duvarların kaldırılarak odaların birbirine eklenmesi, taşıyıcı elemanların tamamen ortadan kaldırılması veya içlerinin delinmesi vb durumlar) herkesin bildiği üzere depremde yaşanan yıkımların ana sebeplerinden biri.

    Peki sonunda can kayıplarının yaşanabileceğini bilmemize rağmen neden bu tarz davranışlar gösteriyoruz.

    İnşaat Sektöründe Ekonomik Refahın Etkisi

    Müteahhitlerin ve devletin resmi inşaat organlarının yapılara kâr odaklı bakması yapılarda mümkün olduğunca az malzeme kullanımını destekleyen bir davranış biçimini inşaat sektörünün geneline yerleştirmiş durumda.

    Buna göre bir yapının daha az maliyetle daha kârlı satılabilmesi adına gerekirse mimari projeye uymayacak şekilde malzeme değişiklikleriyle ya da niteliksiz işçilikle inşa edilmesi hak görülmekte. Depremsiz durumda ayakta kalabilecek tarzda yapılan değişiklikler bina tamamlandıktan sonra tespit edilemeyeceği için deprem anında yaşanabilecek durumlar göz ardı edilebilmektedir.

    Hatta bu doğrultuda inşa denetim mekanizmalarının ve birtakım karar alıcılarının da para yoluyla bu usulsüzlükleri görmezden gelmesi sağlanmış, usulsüzlük yapmak inşaat sektörünün doğasında var olan normal bir şeymiş gibi karşılanmaya başlamıştır.

    Madalyonun diğer tarafında da inşa edilen yapıları kullanacak olan halk bulunuyor. Toplumun genel refah düzeyinin sürekli olarak düşüşü, insanların kapitalizmin merkezine yuvasını yapmış inşaat sektöründen kaliteli ve dayanıklı yapılar talep etmesini imkansız kılmıştır. İnşaat sektörü, maliyet bahanesinin arkasına sığınarak insanları güvensiz ve kalitesiz konutlarda barındırmayı kendine hak görmeye başlamıştır. Yine bu sebeplerden ötürü kentsel dönüşüm olgusu insanların evlerini güvenle yenileyebilecekleri bir fırsat olmaktan uzaklaşmış, maliyet hesaplarından ötürü müteahhitlere daire verilerek çözülen ve çarpık kentleşmeye zemin oluşturan bir canavar hâlini almıştır. Bunu bugün en iyi Fikirtepe’de görebilmekteyiz.

    İnşaat sektörü, usulsüzlüklerin tespitinin zor olmasının etkisiyle parti ayırt etmeksizin güç sahibi herkes için kısa zamanda büyük kâr getiren bir fırsat aracı olarak görüldüğü müddetçe kağıtta mükemmel olan Türkiye, pratikte her zaman günahkar kalmaya devam edecektir.
  • Selamlar! Ben Tolga. Burası da benim ilgilendiğim alanlarla ilgili birikimimi/öğrendiklerimi paylaşacağım, yorumlarda bulunacağım yeni web sitem. Beni burada bazen bir sanat eserini anlatırken veya bir oyunun mimari niteliklerini yorumlarken bulabilir, bazen de gündeme dair yapmak istediğim eleştirileri uzun uzadıya okuyabilirsiniz. Benim kim olduğumu merak ediyorsanız “Ben Kimim?” bölümünü kullanabilir, sosyal medyama erişmek isterseniz de Instagram veya Twitter sembollerine tıklayabilirsiniz.

    Şimdiden keyifli okumalar dilerim.